Akdeniz’in kıyısında, tarihi ve kültürüyle büyüleyen bir şehir hayal edin. Firavunların hüküm sürdüğü, İskenderiye Kütüphanesi’nin ihtişamını yaşamış ve günümüzde modern bir liman kenti olarak öne çıkan İskenderiye… İşte bu yazıda, bu muhteşem şehre yaptığım unutulmaz bir tren yolculuğu ve unutulmaz bir günün hikayesini anlatacağım.
Bu yolculuk, sadece bir şehir gezisi değil, aynı zamanda Mısır’ın misafirperverliğini ve sıcakkanlılığını deneyimleme fırsatıydı. Tren istasyonundaki bilet karmaşası, eski bir dostla tesadüfi karşılaşma, denizden yeni çıkmış lezzetler sunan öğle yemeği ve tarihi kütüphanenin modern yüzü…
Siz de benimle bu maceraya katılın ve İskenderiye’nin büyülü atmosferini birlikte hissedelim!
İskenderiye adını kurucusu sayılan Büyük İskender’den alır. Akdeniz kıyısındaki bu şehir çağlar boyu çok önemli bir liman kenti olmuştur. Dünyanın yedi harikasından biri İskenderiye feneri olsa da kendisinden eser yoktur. Meşhur filozof ve bilim insanlarını yetiştiren kütüphanesi ise şimdilerde yepyeni.
İşi sağlama alıp bir gün önceden istasyonun yerini öğrenmiş, tren saatleri not almıştık.
Tren istasyonu Ramses Meydanı’nda yer alıyor. Kahire’nin kalbinin attığı yer denilebilir. Ülkenin her tarafına trenler buradan kalkıyor. Oldukça eski bir bina burası. Ana kapıdan içeri girer girmez insan kalabalığı insanı şaşırtıyor. İçeriden
İskenderiye, Luxor, Aswan gibi şehirler başta olmak üzere her yere tren bulabilirsiniz. Burada kalıp gerçek Mısır yaşamını gözleme şansınız da var. Ayrıca harika bir mimarisi var ama nedense içerde fotoğraf çektirmiyorlar. Ha derseniz biletleri alabileceğimiz bir link filan var mı diye şuraydan bakın diyeceğim ama inanın online alınır mı bilemiyorum. Nedenini aşağıda maceramızı okuyunca anlayacaksınız.
Bir gün önce saatlerini öğrendiğimiz için sabah erkenden istasyona gitmiştik. Gerçi trenin hareketine birkaç dakika kala yetişebilmiştik ama olsun zamanında oradaydık. Fakat gişedeki o cevap bizi bitirmişti.
– No tıcket!
– Nasıl yani?
– Çünkü trende yer yok, bu yüzden bilet satmıyoruz.
Bunun duymak istemediğimiz bir cevap olduğu kesindi. İyi de öyle ortalıkta fazlaca insan yoktu, demek herkes trene yerleşmişti.
Tam o sırada yavaşça arkamıza yanaşan adamın biri;
– Trene binin, bileti içerde alırsınız, dedi.
– Peki hangi tren?
– İşte şuradaki peron!
Hepimiz o yöne doğru koşuşturmaya başladık. Fakat tam girmek üzere iken hareket edecek bir tren gibi görünmediğini fark ettik. Yine etraftan birileri bize sesleniyordu.
– İskenderiye’ye gidiyorsanız en baştaki perona gidin.
Haydaa! Biz bu kez diğer perona koşmaya başladık. Elimizde bilet yok, koşmaktan nefesimiz kesilmiş vaziyette bilet kontrolörün yanına geldik.
-İskenderiye treni bu mu?
-Evet bu, peki biletiniz var mı?
-Hayır yok.
-O zaman binin, çabuk olun hatta tren kalkmak üzere, dedi…
Yok daha neler, şaka herhalde falan olmalıydı. Yapacak başka bir şey de yoktu, güvenecektik. Tıpkı filmlerdeki gibi hepimiz ayrı ayrı kapıdan farklı vagonlara, üstelik hareket halindeki trene bindik. Bizi asıl şaşırtan trenin neredeyse bomboş olmasıydı.
İyi ama devletin bilet satış görevlisi bilet yok diyor, adamın biri trenden alırsınız, diyor. Bu nasıl iş? Nihayet bizim ampul yandı, farklı fiyata bilet almıştık. Tamamen bir tezgah kurulmuş ve turistler bu tuzağa sürekli düşüyordu. Belki sadece bizi kandırdırlar bilemiyorum artık, günahları boyunlarına…
Bu arada okuduğumuz rehber kitaptan aldığımız bilgiye göre tren yolunun trafiği yönü ters olmasının nedeni İngilizlerin nasılsa bir gün bizim olacak bu topraklar diye düşünüp kendilerine göre yapmış olmasıymış. Ahh ingilizler ah, siz yok musun siz!
Sonunda İskenderiye’ye vardık. Trenden inince ikinci kez geldiğim bu şehirde taksilerin rengini değişmiş, yolları daha temiz buldum. Trafik ışıkları, levhalar ile daha düzenli bir şehir olduğunu farketmiştim.
İskenderiye konusunda kendimi tecrübeli varsayarak yol boyunca arkadaşlarıma şehri anlatmıştım. Hatırladığım tek şeyin denizden kaynaklı havasının Kahire’ye göre daha güzel olduğu ve ancak araç kiralarsak gezebileceğimizdi. Çünkü ilk gidişimde turla gitmiştim. Oysa bu kez ben ve arkadaşlarım tek başımızaydık.
Araçla gezmeliyiz derken kastettiğim beş yıl önce bindiğim gibi faytondu. Netice de bu şehrin simgesi onlar. Yolda arkdaşalarıma o bindiğim faytoncu amcayı anlatmıştım. Çok tatlı bir adamdı, iyi niyetli falan filan. Bir anda önümüzde duran faytona ve sürücüsüne bakınca ne göreyim yine aynı adam. Sanki koca şehirde başka fayton yoktu. Çok sevinmiştim çünkü biliyordum ki çok güzel bir gün geçirecektik.
Biner binmez tanışma safhasını geçince bize güzel güzel şehri anlatmaya başlamıştı. İki lafında bir angırsat ( olsa olsa understand demekti ) demesine alıştık. Hatta İbrahim amca İngilizcesi ile konuşmaya başladık. İlk başta bizi çok büyük bir camiye götürdü fotograf çekmek, isterseniz girin çok güzeldir demeyi unutmadan. Bu şehirde her köşe bir hikaye barındırır, dedi ve bize şehri gezdirdi.
Sağda solda görülecek çok güzel renkli görüntüler vardı. Çocuklar bir anda faytonun etrafını sarıyorlardı. Cita del yani kale ye gidince daha da çoğaldılar, fotograflarının çekilmesinden hoşlanıyorlardı. Ne de olsa bayramdı çocuklar sevinçli olmayacak ta kim olacaktı ki..
Bu İbrahim amca yaman bir şeydi. İskenderiye fatihiydi resmen. İnanması güç ama tramvaya bir el ediyor tramvay duruyor, biz geçiyoruz. Sağdan soldan insanlar selam veriyor. Taksiler korna çalarak selamlıyorlar. Demek bu ibrahim İskenderiye’ de bildindik birisiydi.
İskenderiye’de ne kadar meşhurdur bilemeyiz ama biiz şahene bir yere yemeğe götürdü.Yediğimiz en güzel balık, kalamar, karides, salata, yöresel mezelerden kurulmuş mükellef bir masanın başında oturttu. Denizden yeni çıkmış, mis kokulu balıkları afiyetle yedik.
Burada adetler değişikti tamam anladık da ülkemizde çok çok pahalıya yenilen balığın bu kadar ucuz olmasına hayret ediyorduk. Yemek sonrası şişa da gelmişti. Şişa aslında nargileye Orta Doğu’ da verilen isim. İşte İbrahim amca farkı buydu… Hizmette sınır yok diyordu. Yemek güzel, sohpet güzel, üstüne kahve ve çay güzel. Daha ne isteyebilirdik ki….
Ordan çıkınca hava kararmış biraz da soğumuştu insanlar yine yollara dökülmüştü. Demek buralarda usul böyleydi gece olunca kendilerini sokağa atıveriyorlar, keyifle geziyorlardı. Ya da bize öyle geliyordu.
Geldik İskenderiye kütüphanesinin önüne içine girenler girdi girmeyenler etrafta tur attı. Girenler gördüklerine inanamıştı çünkü çok çok büyüktü, binlerce kitap vardı. Öğrenciler masalarda oturmuş sessizce kitap okuyordu. Kütüphanenin o bildiğimiz, okuduğumuz büyük İskenderiye kütüphanesi ile alakası olmadığını da eklemeliyim. O tamamen yanmış yerine yeni modern bina yapılmış ki bu da nerdeyse ona yakın bir eser olmuş deniyor.
Bir günün sonuna gelinmişti artık dönüş trenine yetişmeliydik. İbrahim amca İskenderiye tren garının önünde tek tek hepimize sarıldı. Telefonlarımızı aldı İstanbul’ a gider gitmez beni arayın diye tembihler etti, yine gelin demeyi unutmadı… Arkasından öylece baktık… Daha sonraları kendisini hiçbir zaman unutmayacağımızı bilerek ne mutlu bize diye iç geçirdik. Ondan bahsederken artık – adamın hası – diyecektik.
Kulakların daha çok çınlayacak İbrahim amca ….
Tren yolculuğu bu kez zor olacağa benziyordu. Sözüm ona akıllanmıştık.
Ama işler hiç de öyle olmadı tam tersine tren tıka basa doluydu. Çünkü atladığımız bir ayrıntı vardı; Mısır’ da bugün bayramın son günüydü ve tren haliyle doluydu. Bulduğumuz boş yerlere oturma kararı aldık ama her oturduğumuz yerden kaldırılıyorduk. Vagonlar arasında geze geze bir vagonda nihayet farklı yerlerde boş koltuklara attık kendimizi.
O esnada ikiz kardeşler ile tanıştık sağ olsunlar yardımcı oldular. Muhabbet tanışma faslını geçince Kahire’ye varınca buluşup eğlenmeye gitmeye kadar gelmişti.
Hep dönüş yolu uzun gelir bana yine öyle olmuştu ama neşe içinde geçmişti. Bir an baktım her birimizin yanında bir Mısırlı çat pat bir şeyler konuşuyoruz. Bütün kompartıman bizleri dinliyor gülüşüyor. Mısırlı yolcular içinde keyifliydi kısacası. Ne güzel bir gün diye kendi kendime düşündüğümü hatırlıyorum…
Şehri şöyle bir gezeceğiz şu saatte araşırız diyerek ikizlerden ayrıldık. Hepimiz aynı fikirdeydik; güzel insanlar günü güzel yapmıştı. Kahir’e ye geldiğimizde artık hava da kararmıştı.
Sözleştiğimiz üzere Nil üstündeki adaya geçmiştik. Bu ada Kahire’in diğer yüzüydü Zamalek! Evler, evlerin önüne parketmiş arabalar, parklar, kaldırımların temizliği şaşırtıcıydı. Ama yürümemiz artık imkansızlaşmış kaldırımdan bile inerken inler hale gelmiştik. Düpedüz piramitin lanetiydi demeye ve kendi halimize gülmeye başlamıştık. Neden bu halde olduğumuzu anlattığım yazım şurada.
Bu acılar içinde ikizleri bekliyorduk onbeş dakika, yarım saat, bir saat derken geldiler ama tek taksi sığmıyordu. İki araba ile hareket edelim, dedik. Ne oldu nasıl oldu bilemiyorum ama istedikleri yere bizi götüremediler. Çok da önemli değildi yorulmuştuk ve saat geç olmuştu. Onlar da biz de üzgün, onlar biraz da mahçup ikizlere veda ettik otelin yolunu tuttuk.
Yıllar sonra Galatasaray Avrupa şampiyonu olmuş yurtta bir sevinç var. Telefonum çaldı, açtım konuşmasını zar zor anladığım biri. Ben Omar Kahire’ den hatırladın mı, dedi. Aaa evet hatırladım, dedim. Galatasaray’ın galibiyetini Kahire sokaklarında biz de kutluyoruz, korna seslerini duymak ister misin, dedi.
O bana korna seslerini dinletirken o Kahire’de ben ise İstanbul’da ağlıyorduk…
Bu da böyle hatırladıkça gözlerimi dolduran bir anı olarak kaldı bana.
Umarım maceramız sizin de hoşunuza gitmiştir.
Sevgilerimle
Yeni yazılarımdan haberdar olmak ve daha fazla fotoğraf, video için sosyal medya hesaplarımı takip etmeyi unutmayın!
Dİğer yazılarımı da hoşunuza gidebilir düşüncesiyle aşağıya bırakıyorum.
Piramitlerden papirüslere bir macera
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
2 Comments
teşekkür ederim, siz de bizimle gezmiş gibi olduysanız ne mutlu bize …
okurken hem öğrendim hem de eğlendim, güldüm keyfim yerine geldi :))teşekkürler Elinize ,ayağınıza sağlık efendim ;)