

Başkentte geçen iki günün ardından ilk gideceğimiz Tunus şehri Sousse yani Susa oldu. Bu şehir ülkenin üçüncü büyük şehridir ve bir liman kenti. Tarih boyu defalarca el değiştirmiş ve hepsinden bir iz taşıdığını bildiğimizden gitmemiz gerekiyordu. Aslında bu şehrin diğer görmek istediğimiz El Jem yani Roma dev arenasına ve Kayravan şehrine ulaşmak için kullanacağımızı da biliyorduk. Genelde ülkeye gelen yabancılar Susa şehrini bunun için tercih ediyorlar. O yüzden size bu şehirden diğerlerine en kolay en ucuza nasıl gidilir detaylıca yazdım, buyrunuz başlıyoruz.
Başkent Tunis’ten Sousse’ ye Nasıl gidilir : Biz luajlar ile gittik ve hem hızlı hem de ucuz bir yöntemdi. Tek karmaşık olan otogarı bulmak ama bir şekilde insan buluyor işte. Moncef bay Louge Station’ a gitmek durumundasınız. Şehir merkezinde kaldığınız varsayarsak ve yürüyerek gidebileceğinizi size eklemek isterim.
1 kişi 13.5 TND
Trenle gitmek isterseniz elimdeki bilgiyi aktarıyorum ama deneyimlemedim. Tunus’tan Susa’ya giden iki sabah treni var. Yolculuk yaklaşık 2,5 saat sürüyor. İki şehir arasındaki birinci sınıf biletler 10.400 TND, ikinci sınıf biletler ise 7.200 TND tutarındadır. Tren Sousse Bab Cedid istasyonunda durur.
Sousse’ den El Jem’ e nasıl gidilir : Trenle gitmek isterseniz Sousse merkez tren istasyonundan 08.40, 12.25 trenlerine binmelisiniz. Fiyatı bilmiyorum ama 1 saat 15 dakika sürüyormuş. Biz Tunus’ta bu luajları pek sevdik, oraya da minibüsle gittik. Louage de Sousse istasyonundan kalkıyorlar. Ücreti ise 6.8 TND ve bir saatlik yolunuz var. İndiğiniz yerden yürüyerek tiyatroya ulaşırsınız.
Susa’dan Kayravan’ a nasıl gidilir: Suesse’dan ( Susa ) gitmek için Louage Station Taffala minibüs durağına gitmelisiniz. Tek yön ücreti 6.2 TND’dır. Susa’dan Kayravan’a ulaşmak yaklaşık bir saat sürer.
Aslında Kartaca’dan daha eski bir Fenike kolonisi olan Susa, Hadrumetum adıyla biliniyordu. Aslında büyük bir şehir Sousse ama biz klasik turist olarak bu medina dışını görmedik. Kumsalları, modern sahil tesisleri de meşhurmuş aslında ama biz medinada kaldık. Sadece birkaç saat deniz kenarına gidip ayaklarımızı Akdeniz’in bu yakasında ıslattık ve bir mekanda oturup kahve içtik.
Bugün Susa Medinası, Tunus’taki UNESCO tarafından belirlenen sekiz alandan biridir. Aglabi hanedanlığı zamanında 9. yüzyılda inşa edildiği bilinmektedir. Tipik islam mimarisi bir medinadır. Büyük duvarlarla çevrili birkaç ana giriş kapısı olan bir kale aslında bakarsanız.
İnsan içinde dolanırken zamanın nasıl aktığını anlamıyor bile. Evlerin kapılarına, camlarına mı bakalım yoksa yürürken çöpe, afedersiniz kedi pisliğine basmamaya mı odaklansın bilemiyor. Dar sokaklar bana Hindistan’ ı hatırlattı hatta Tunus’ un en pis medinası olarak Susa medinasını seçtim. Hindistan’dan farklı inekler, fil ve maymun olmamasıydı inanın. Ha bir de insanlar yalınayak değildi:)
Neyse tatsız konulardan güzelliklere geçelim. Sousse’deki kapıların Osmanlı zamanında sarı olduğu, Fransızlar zamanında maviye döndürüldüğü söyleniyor. Keşke hepsi sarı kapı olsaydı, bence o zaman daha dikkat çekici olurdu. Ama ne yaparsınız Tunuslular ve onların Fransız hayranlıkları. işte.. Hepsi biribirinden güzel kapılar ve bir anda karşınıza çıkan değişik minareli camiler çok hoştu.
Medinasının en eski ayakta kalan kısmı, kompakt, kare bir sur olan ribat’tır. 8. yüzyıldan kalma bir kaledir. Etkileyici “nador” denilen bir kulesi vardır. 35 metre yüksekliğinde dar bir spiral merdivenle kulenin tepesine çıkılabilir. Kare bir avlu, çok sayıda kule ve orijinal halini koruyan bir ibadethane bulunmaktadır. Buradan tüm şehrin ve hemen aşağıdaki Ulu Cami’nin muhteşem manzaralarını izleyebilirsiniz.
Ribat’ın karşısında, şehrin en önemli dini yapısı olan Susa Ulu Camii yer alır. Cami, özellikle tipik minare yerine, köşelerinde iki gözetleme kulesiyle dikkat çekiyor. Ben gözetleme kulesi diyorum da aslında minare onlar. Zamanında farklı amaç için kullanıldığı kuvvetle muhtemel. İnsan dışardan bakınca cami nerde acaba, burası kale diye düşünebilir , o derece.
Şehrin karmaşasına inat sessiz ve huzurlu iç bahçeye geçince duvarlardaki hat yazılarına bakmayı unutmayın. Çepeçevre taşa kakma şeklinde avluyu dolanıyor.
Medina bölgesinde 24 cami varmış ve bunların 12’si erkekler, 12’si kadınlar içinmiş. Bir cami kapısından şöyle bakalım deyince ısrarla bizi almak istemediler. Türküz müslümanız deyince de hadi girin madem dediler. Meğer bu şehirdeki 12 erkek camisinden birini bulmuşuz. Ne yapalım mimarisi şahaneydi. Ama bu cami herkese açıktı sanırım gerçi her zamanki gibi bizi sokmak istemediler. Müslüman olduğumuzu ispatlamaya çalışırken zorlandığımız ülke oldu Tunus.
30 metrelik bir deniz feneri bulunan, 11. yüzyıldan kalma bir ortaçağ Arap kalesi vardır. Medina’nın en yüksek noktasında yer alır ve günümüzde bir müzeye ev sahipliği yapar. Aslında kaldığımız ev hemen onun altındaydı hatta gece terasa çıkınca deniz feneri ışığını da gördük ama içindeki müzeye gitmek aklımıza gelmedi desem inanır mısınız ? Siz gitmek isterseniz şayet bilin ki içinde Sousse Arkeoloji Müzesi var. Tunus’taki Bardo Müzesi’nden sonra Tunus’un en önemli müzesiymiş üstelik.
🥕 Bab Jadid Pazarı: Sousse’nin Kalabalık ve Canlı Pazaryeri
Meyve, sebze, balık, et, seramik ve diğer alışılmış pazar ıvır zıvırları da dahil olmak üzere çok çeşitli ürünler satan büyük bir pazar. Ehh tabii burayı gezdik ama pek de iç açıcı değildi aşırı sinek vardı ve kimse bundan rahatsız değildi. Kokudan bahsetmiyorum bile…
Sousse’ de listemde olan ama bakım için kapalı durumda bir yer var ki çok merak ediyordum. Olur ya gittiğiniz dönemde açıksa siz gidin lütfen.
Burası Hristiyan döneminden kalan fakat pagan kökenli bir yeraltı mezarlığıdır. 1888 yılında Albay Vincent tarafından keşfedilen mezarlıkta, toplam uzunluğu 1.557,5 metre olan 115 koridor bulunmaktadır. 4.924 mezar, iki aile mezar odası, bir şapel ve hatta bebeklere adanmış bir bölüm bulunmaktadır.
Ahh bir de gitmeden önce haritama işaretlediğim ama gidince unuttuğum iki mekan var. Kale duvarı yakınındaki Café Seles’te kuskusun tadına bakmak ve Café Kasba’da nane çayı içmek.
Yazımın başında da dediğim gibi Susa şehrinin en güzel tarafı El Jem Amfitiyatrosuna buradan gidebilmekti. 2 gece kalma sebebimiz de zaten buydu. Yukarıda saydığım yerlerin hepsini birkaç saatte gezebilirsiniz, aklınızda olsun. Biz gelelim El JEM’ e en iyisi, biraz içimiz açılsın.
Susa’dan bindiğimiz luajdaki yolculardan üçü dışındakiler ( yani biz ) muhtemelen evlerine gidiyordu. Doğal olarak etrafa bakınmak yerine güneş gelmesin diye siyah perdeleri bile kapamışlardı. Her zaman olduğu gibi şoför yanına oturmuştum ve şehre yaklaşınca dümdüz uzanan yolun karşısında dev yapıyı gördüm. O an heyecanlandım işte, etrafta entarileriyle arap abiler, örtülü kadınlar, sebze satıcıları ve karşımda El JEM! Araç sağa dönünce görüntü yine tipik arap evleri manzarasına dönüşünce üzüldüm.
Luaj istasyonunda inince herkes seferber olmuş gibi şu yolu dümdüz gidin demeye başladı. Zaten demeselerdi de bulurduk. Romalılar öyle bir şehir planlaması yapmış ki bütün yollar tiyatroya çıkıyor. Biz birinden yürümeye başladık ve sağlı sollu Kur’an okunan dükkanlar, kahvelerde oturan amcalar, berber ve terzi dükkanları, ki bu ülkede en çok ikisi var, arasında yürüdük. Yol bitip köşeyi dönmemizle karşımızda dev colosseum bizi bekliyordu.
O anki heyecanımızla yüz tane filan fotoğraf çektikten sonra binaya girdik. Önceden yazılı döküm aldığım notlarımdan Türkan ve Ayten’ e tiyatro binası hakkında bilgilerimi okumaya başladım.
El Jem, Roma’nın Colosseum’u ile rekabet edebilecek kadar büyük olan devasa amfitiyatrosu ile meşhurdur. MS 3. yüzyılda inşa edilen amfitiyatro, 35.000 kişi kapasiteliydi. Bu aslında o dönem şehrin nüfusundan çok daha fazlaydı. Zannederim şu anda da o şehirde o kadar insan yaşamıyordur. Roma’daki Colosseum ise 50 bin kişiliktir. Bunu özel yapan arena kısmının bu çağa kadar sağlam gelmiş olmasıdır.
Latincede arena kelimesi “kum” veya “kumlu yer” anlamına gelir. Bu gibi yapılarda gladyatör dövüşleri, vahşi hayvan gösterileri gibi kanlı ve acımasız etkinlikler düzenlenirdi. Bu etkinlikler sırasında yere dökülen kanları emmek ve zeminin kayganlaşmasını önlemek için kumla kaplanırdı. Bu nedenle, zamanla “kumlu yer” anlamına gelen arena kelimesi, bu gösterilerin yapıldığı alanın adı haline gelmiştir.
Tamamen taş bloklardan inşa edilmiş ve temeli olmayan yapının MS 230-238 yılları arasında inşa edildiği düşünülmektedir. 3. yüzyılda Romalıların Kartaca’yı yıkıp Kuzey Afrika’da kendi imparatorluklarını kurmalarından yaklaşık 400 yıl sonraya denk geliyor. Genellikle yerel bir toprak sahibi ve hamisi olan Afrikalı Gordian’a atfedilmektedir. Hatta bu imparatorun bir isyanı bastıramayınca bu amfitiyatroda intihar ettiği de bilinir. İnşaat için gerekli taşlar ise kıyıdan 30 km uzaklıktaki Sullectum’daki (bugünkü Salakta) taş ocaklarından taşınmıştır. Su, şehre 15 km uzaklıktan yeraltı su kemeriyle getirilmiştir. ( Ah şu Romalılar ve su yolları yok mu beni benden alıyor )
Asıl karşısındaki büfelerde pişen balık ızgara dumanlarıyla bu vakur duruşlu bina arasındaki tezatlığın gerçeküstülüğüne ne demeli? Bir de şayet Roma’daki Colosseum’ a gittiyseniz çılgın bilet alma sırasında beklemişsinizdir. Dünyanın parasını ödemiş, kalabalık yüzünden rahatça da gezememişsinizdir. Ben de yıllar önce bunu yaşamış biriyim. Oysa şimdi ondan daha gösterişli olanına hem de biletimi bir dakikada alıp girdim. Hatta Selamınaleyküm diyerek bir amfitiyatroya girmiş oldum.
İçeriye girdiğimiz merdivenlerden çıkarken heyecanla biletlerini almış Romalıları düşündük. O zamanlar orada 35 bin kişi vardı bu sabah ise bizimle beraber saysanız belki 20 kişi ancak. Daha önce de bunun kadar büyük ve gösterişli çok daha ünlü yerde bulunmuştum. Piramitler, Petra, Tac Mahal yada ülkemizdeki antik kentler gibi. Fakat bu kadar az insanın ziyaret ettiği bu kadar heybetli bir binada gezmemiştim.
Bu yapı Romalıların Afrika’daki inşa ettiği en büyük bina olarak biliniyor. İçindeki 3 katta da yürünerek gezilebiliyor. İster istemez insan yapıldığı yıllarda kim bilir ne kadar görkemliydi diye düşünüyor. Yerli halkın eğlenmesi için yapılan bu bina aslında devletlerin güç göstergesi için inşa edilmiştir. İçinde Gladyatörlerin birbirini öldürdüğü, insanların egzotik hayvanları avladığı türden eğlencelerden bahsediyorum. Açıldığında imparator aslında çok büyük bir sükse yaratmıştı. Fakat gitgide vergileri arttırıyordu ve insanlar ondan bıkmıştı. İmparatoru devirmek için yapılan isyan da tam burada gerçekleşmişti. Bu isyan işe yaramıştı ve halk onu devirince – yukarıda da bahsetmiştim – İmparator Gordion burada intihar etmiş.
Açıldıktan 200 yıl sonra barbar istilasında halk bu kez burayı bir kale olarak kullanmış. Şimdilerde Tunus ülkesi olan bu topraklar Araplara ve Osmanlılara kadar en az 10 başka imparatorluk elinden geçmiş. Bu binada çok sayıda istila ve direnişe şahit olmuş. O yüzden tiyatro binasının bir tarafı fazlaca hasar görmüş. 17. yüzyılda bir Osmanlı yöneticisinin bir daha asla kale olarak kullanmasın diye onu yıktırdığını söylüyorlar. Yıkmak zor olunca bir noktada pes etmiş olmalılar. Bu anlatı resmi sitelerde böyle geçse de açıkçası Osmanlının bununla uğraşmayacağını düşünüyorum. Deprem ya da taşların başka yapılarda kullanılmak üzere alınması daha akla yatkın görünüyor. Hatta II. Dünya Savaşı’nın Tunus harekatı sırasında İngilizler ve Almanların elinden daha da fazla hasara uğradığı da yazıyordu. Kısaca ne kadar çok okursanız tarihin karanlıklarından çok farklı hikayeler çıkacaktır.
Tüm zorlu şartlara rağmen şaşırtıcı derecede iyi korunmuş görünüyor, neredeyse 2000 yaşında ama gerçekten de sağlam duruyor. Uzmanların söylediğine göre bu zaman kadar dayamasının bir sebebi de sıcak ve kuru havanın bu taş yapısını daha da kuvvetli hale getirmesidir.
Biz en iyisi şu anki durumuna gelelim. Gerçek boyutunu hissetmek için basamaklı oturma yerlerinden yukarı tırmanınız. Zaten Kolezyum’a ilk girdiğinizde, Roma mimarisinin ihtişamı sizi büyüleyecek. Ardından sahne arkasında yaşananları hissetmek için için yeraltına inmeyi unutmayınız.
Roma’ daki Colosseum’dan farklı olarak ortadaki arena ve altındaki odalar sapasağlamdır. Hatta arena kısmında klasik müzik konserleri düzenleniyormuş. Monty Python diye bir yönetmenin “Brian’ın Hayatı ” (1979) diye bir filmi burada çevrilmiş. Film yahudi ve hıristiyanları kızdıracak komik sahneler içeriyor, tavsiye ederim, daha fazla da ipucu vermeyeyim.
Elbete benim en sevdiğim filmlerden biri olan Gladyatör’ ün de birkaç sahnesinin çekim yeri olmuş. Özellikle köle ve gladyatörlerin arenaya çıkmak için bekledikleri koridorlar tiyatro yapısının alt katı baz alınarak hazırlanmış.
Zavallı köle ve gladyatörlerin dökülecek kanlarıyla eğlenecek 35.000 kişinin sevinç çığlıklarını işittikleri o alt kata indik. Biz gezmemiz bitince buz gibi limonata içelim diye konuşurken onlar sıralarını bekliyor, dışardan gelen bağrış çağrışları duyuyorlardı. İnsan filmi bilince ister istemez aşağıdan seyircilerin oturdukları koltuklara bakınca ürperiyor. Tam gladyatörlerin durduğu bekleme odalarındaydık. Bir yanda aç bırakılmışi kan kokusunu alan kızgın kaplanları, aslanlar bir yanda onların kükremesini duyarak ölmeyi bekleyen gladyatörleri. düşündük. Hava çok sıcaktı ama bu alt kat soğuktu hem yapının mimarisi nedeniyle hem de bu duygular yüzünden, soğuktu!





Filmi izlememiş olanlar varsa kesinlikle tavsiye ederim. (Şiddet içerikli olduğundan yaş aralıpını kontrol ediniz) Orada son bir sahne vardır ki bayılırım hani “sen kimsin, maskeni çıkar da kendini tanıt” der imparator ve gladyatör maskesini çıkarır. Kendini tanıtır ya işte o replik, oldukça uzun olduğundan yazmayacağım. Ama şu cümleyi eklemezsem olmaz gibi. Yine bir dövüş sahnesi izleriz, her yer kan ve arena ölen zavallılarla doludur. İzleyiciler ise çılgınca alkışlarlar ve kutlamak için çiçekler atarlar hayatta kalana. Kahramanımız Maximus ( Russell Crowe ) seyirciler döner ve…
“Yeterince eğlenmediniz mi? Burada olmanızın nedeni bu değil mi?”
diye bağırır. Maximus’un arenada bir dövüş sonrası kalabalığa sorduğu bu soru, Roma’nın kanlı eğlence kültürüne ve izleyicilerin duyarsızlığına sert bir eleştiridir. Bu rolle oyuncu ve film Oscar kazandı.
Amfitiyatronun merdivenlerinde biraz oturup dinlendiğimizde dışardan gelen ezan sesi burda olan her şeyin ağırlığını ve bu muhteşem yapının hala taşıdığı yaraları düşündürdü. Kişisel görüşüm Roma’daki Colosseum’dan daha küçük ama milyon kat daha az kalabalık olan bu yeri görmek için bile Tunus’a gelmeye değer. Bu deneyimi insan hayatında sadece bir kez yaşar ve biter. İkinci kez gitseniz de artık aynı heyecanı duymazsınız. İşte biz o gün orada heyecanla gezdik ve çok mutlu ayrıldık.
El Jem giriş ücreti : 12 TND dir Amfi tiyatro biletine ayrıca, çeşitli Roma alanlarından kurtarılan güzel mozaiklerin sergilendiği hemen yakınındaki müzeye giriş de dahildir.
Bu şehir kendi halinde sakin bir şehir gibi göründü. Buraya gelme sebebimiz ise bazı kaynaklarda Kayravan’ın Afrika’nın en kutsal İslam kenti olmasıydı. Dünyada Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra dördüncü sırada olduğunu iddia ediliyor. Net olan bir şey varsa o da dünyanın en eski İslami ibadet merkezlerinden birinin burda oluşudur.
Ufacık tefecik ama bu küçük kasabada 135 ila 180 cami bulunuyormuş. Rakamlar bazen abartılsa da bu kez inandırıcı geldi çünkü etrafta sanki biraz daha profil değişti gibi, daha bir muhafazakar oldu. Bizim şehri ilk anda sevmemiin nedeni minibüs şoförünün sizin kalacağını oteli biliyorum bırakırım evim o yönde demesi oldu. Sırtçantalarını sıcakta taşımaktan kurtulduk. Sonra otele gidince oradaki kişilerde güleryüzle karşıladılar, odalar tertemizdi derken şehri görmeden sevdik. Kaldığımız yerlerin isim fiyat bilgilerini diğer yazılarımda bulabilirisiniz. Linkleri yazı sonuna ekledim.
Gelelim Kayravan’ın bu kadar kutsal sayılmasının sebeplerine… Bu şehirde gömülü olan bir kişinin Hz. Muhammed’in yakın arkadaşı ve berberi olan Ebu Zemaa olması sebeplerin biri. Biz ilk kez duysak da bölgede oldukça biliniyor. Tıpkı Eyüp Sultan’ ın sadece bizim ülkemizde adının bilinmesi gibi düşünülebilir.
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Kairouan, ( Kayravan) 7. yüzyılda İslam topraklarına dahil etmiş. Arap İslam mimarisinin en güzel eserlerine ev sahipliği yapmasıyla ünlü ayrıca şehir halkı halı ve kilim ustalığında uzmanlaşmıştır.
İlginç not : Indiana Jones – Kutsal Hazine Avcıları (Raiders of the Lost Ark) aslında Kayravan’ın medinesinde, Üç Kapılı Cami’nin yanında çekilmiş.
İslamiyet’in Kuzey Afrika topraklarına girdiği ilk şehir olan Kayravan şehrinde inşa edilen Ulu Camii, 9000 m2 alanı ve 12.000 kişilik kapasitesi ile Afrika’nın en büyük camilerinden biri.
7. yy da yapımına başlanmış. Dış cephesi sade ve gösterişsiz görünse de, içi bambaşka. Dışardan bakılınca kaleyi andırıyor minaresi filan kaleden fırlamış gibiydi. İçinde ise büyük bir avlu var ve avlunun ortasında küçük bir merdiven bulunur. Bu merdivenin tepesinde antik güneş saati görülebilir.
Caminin içinde daire şeklinde mihrap vardır. O dönem inşa edilen birçok yapı gibi etraftaki eski uygarlıkların taşları alınarak inşa edilmişir. Roma ve Bizans döneminin 520 sütununu görünce zaten hemen anlayacaksınız. Zamanın koşullarında her sütunun bambaşka coğrafyalardan gelemsi aslında çok büyük bir iştir. Netice de bir sütun neredeyse 500 kg ağırlığında. Caminin 17 kapısı var ve kapılar da Lübnan’dan getirilmiş. Üzerinde kufi hat ile Kur’an-ı Kerimden ayetler yazılı abanoz minber ise Hindistan’ dan getirilmiş. Anlaşıldığı üzere yapılırken oldukça önem verilmiş.
Kötü tarafı ezan saati olmasına rağmen, müslümanız dememize rağmen, Türküz diye belirtmemize rağmen suratsız hatta azarlarcasına muameleye maruz kalmamız oldu. Zaten kadınlara ayrılan bölümlere gıcık oluyorken bir de bu davranış hoş değil. İnsan camiden soğur yahu!
Moralimizi bozmuyoruz gezmeye devam ediyoruz dostlar.
Burası hem cami hem de türbedir. Ebu Zema’a el-Belavi (aynı zamanda Sidi Sahib olarak da bilinir), Hz. Muhammed’in yakın arkadaşı ve kişisel berberiydi. Efsaneye göre, Sidi Sahib öldüğünde cebinde HZ. Muhammed’in üç saç teli ve sakalından kıllar bulmuşlar.
Önce bir avlu alanına gireceksiniz. Ardından, iç avluya ulaşana kadar güzel çinilerle kaplı birkaç koridordan geçen patikayı takip edeceksiniz. İç avlunun tüm çevresi, güzel desenlerle oyulmuş revaklarla kaplıdır. Arka duvarlar ise inanılmaz çini sahnelerle süslenmiştir. Bu şehirdeki en güzel yer burasıydı desem yanlış olmayacak sanıyorum.
Dönemin çoğu büyük kasabasının aksine Kayravan, bir nehrin veya diğer bol su kaynağının yakınında değil. Bu da su sıkıntısı olduğu anlamına geliyordu. 7. yüzyılda Aghlabid hükümdarı bu su havzalarını dağlardan su getirerek inşa ettirmiş.
İki havzadan oluşuyor. Her havzanın bir büyük, bir de küçük halkası vardır. Halkalardan biri suyu arıtıp temizlemek için, diğeri ise suyu depolamak içindir. Dairesel görünümlü havzalar moloz taştan inşa edilmiş ve yuvarlak üst ve kenarlar su geçirmez bir kaplama ile kaplanmıştır. Su, kemerler aracılığıyla şehir merkezine gönderilirmiş.
Aghlabid Havzaları’nı Turizm Ofisi’nin çatısından veya aşağıda parkın içinden görebilirsiniz. Bu su havzaları, her yerde yabani otların olduğu, bakımsız bir parkın içinde yer alıyor. Fakat oradaki görevliler Saudi Arabistan’ ın maddi yardım yaptığını ve buranın yakın zamanda güzelleşeceğini analttılar. Zaten birtakım çalışmalar da görülüyordu. Şehir halkı için güzel bir gezinti yeri olur umarım.
Yine sudan devam ededlim gezmelerimize deyip bir kuyuya götüreyim sizleri. Bu bildiğiniz kuyulardan biraz farklı gelecek. Doğrusu benzerini hiç görmediğimiz bir kuyuydu.
Kayravan kentinin Medine yani eski bölgesinde yer alan ve 7. yüzyılda açılan tarihi Baruta kuyusu bir binanın ikinci katında bulunuyor. Develerin merdivenleri tırmanarak ulaştığı kuyunun, halk arasında pek rağbet görüyordu. Meğer Mekke’deki Zemzem kuyusu ile yeraltından bağlantılı olduğuna ve bu suyu içenin bir gün mutlaka buraya yeniden döneceğine inanılıyormuş. Biz içmedik çünkü herkes aynı tastan içiyordu. Zaten bu tarz hikayeleri pek de inandırıcı bulmadığımızı belirtmek isterim. Üstelik hayvancağızın turist eğlencesi için bütün gün döndüğünü düşünürseniz, korkunç ! Ben bu satırları yazdığım sizin okuduğunuz şu dakikada o deveciğin orada döndüğünü düşününce gözlerim yaşarıyor inanın.
Camiler, kuyular, türbeler derken bir de çarşısı var Kayravan’ ın, biz beğendik. Sokak aralarında dolaşması var ki bayıldık. Nispeten Sousse’ ya göre temiz bulduk. İnsanlarını diğer şehirlere göre daha bir sevdik, pozitif geldi. Kale duvarları dibinde genelde ülkenin tamamında olduğu gibi erkeklerin oturduğu kahvede saatlerce etrafı izledik. Kimsenin kötü bir bakışına maruz kalmadığımız gibi oldukça güler yüzlü ve seviyeliydiler. Tertemiz giyinmişler sıcak havanın yerini ılık bir havaya dönmesini fırsat bilip muhabbet ediyorlardı. Oturduğumuz kahveden sıcak sularımızı isteyip sallama çayımızı attık sandviçlerimizi yedik. O esnada ben gördüğüm kale duvarı manzarasının resmini çizdim ve otelimize döndük.
Ertesi sabah bambaşka bir şehre gitmek üzere hazırlanacaktık. Sizde hazırsanız yarın Matmata’ya ordan Tatavin’ e gidiyoruz.
Beni soysal medya hesaplarımdan takip ederseniz çok sevinirim.
Youtube : pustoodunya İnstagram : pustoodunya
Tunus’ta gezdiğimiz, kaldığımız yerler ve otobüs kalkış durakları haritası burada
Tunus’ a gitmeden önce bilmeniz gerekenler burada
Matmata ve Tatavin yazısı burada
Başkent Tunis, Sidi Bou Said ve Kartaca yazısı burada
Bizerta, Djerba ve Hammamet yazısı da burada













Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.