Tarih: 10.06.2012 / Konum: Dubrovnik
Daha önce hiç Hırvatlarla tanışmamıştım ama Bosna savaşında tutumları, hele Mostar köprüsünün yıkılışında Hırvat askerlerin başrolde oluşu sinirimi bozuyordu. Gerçi bir yengemiz var Hırvat çok da tatlı bir kadındır, çok severiz. Sonra şehirlerini büyüklerimden dinlemişliğim var özellikle Dubrovnik’te askerlik yapan akarabalarım var. Hem merka ettiğim hem de biraz tavırlı olduğum ülkeydi. Hırvatlar hakkındaki fikirlerim, o “pamuk teyze” ile tanıştıktan sonra değişmeye başlamıştı.
Bar, Budva, Kotor derken, nihayet özlemini çektiğim o incir çekirdeği şehre, Dubrovnik’e doğru yol alıyorduk. Uzun yolda, yanımda oturan Nermin’e yıllar önceki ilk Dubrovnik maceramızı ve pamuk teyzeyi anlatmaya başladım. En iyisi, size de o unutulmaz hikâyeyi baştan anlatmak.
Bundan tam yedi yıl önce, bu kez Saraybosna’dan Hırvatistan’a geçiyorduk. Bosna’da dinlediğimiz onca acı hikâyeden sonra, Hırvatistan’a geçmek doğrusu hiç içimden gelmiyordu. Fakat ablamın “Gidelim, görelim” ısrarına karşı koyamadık. O dönemde Türk turizmcilerin çoğu Dubrovnik’i henüz keşfetmemişti bile; gittiğimizi duyanlar şaşkınlıkla “Orası neresi?” diye soruyordu.
Mostar’dan otobüsle sınır kapısına vardık. İki katlı otobüsün tüm yolcularının pasaportları beş dakika içinde damgalanıp geri verilirken, bizimkiler gelmiyordu. Polisler, sadece ablamın ve benim pasaportumla otobüsün içine girdi. Tüm otobüsün gözleri üzerimizdeydi; “Bunlar kim ki, polisler başlarında?” merakı herkesi sarmıştı.
Polisler, Hırvatistan’a neden gittiğimizi sorguladı. Elbette cevabımız basitti: “Sadece turistik.” Bize, o sınır kapısından Hırvatistan’a geçen ilk Türk turistlere rastladıklarını söylediler. Damgalarımızı isteksizce vurduklarında, aklımdaki o şüphe pekişiyordu: Acaba Bosna’daki arkadaşlarımızın söylediği gibi, Sırplardan daha mı kötüydüler? Türkleri sevmedikleri, hatta nefret ettikleri doğru muydu?
Hırvat topraklarına girer girmez, hop! Bir sınır kapısı daha… Bu da Bosna’ya giriş kapısı. Hadi hayırlısı derken, yarım saat içinde bir kapı daha: Yeniden Hırvatistan giriş kapısı. Aynı karışıklık, aynı sorgulama. Bu kez daha az bekleyerek geçtik, ama tüm otobüsün bize bakışını tahmin edersiniz. Sanki bir casus filminin başrolleriydik.
Nihayet deniz, süper manzara derken otogara varmıştık. Bosna’daki dostlarımızın sıkı tembihi aklımızdaydı: “Kimseye Türkiye’den geldiğinizi söylemeyin.”
Hemen etrafımızı saran “Oda var!” diye bağıran teyzelerden biri, “Nerelisiniz?” diye sorunca panikle ağzımdan çıkan tek kelime: “Argentina!” Ablamın bana bakışı hâlâ gözümün önünde: “Abartmasaydın!”
Neyse, lüks bir Mercedes taksiye atladık. “Center please,” dedik. Yol boyunca hava durumundan, hayat pahalılığından hoş bir sohbet ettik. Tam şehre yaklaşmışken adam sordu: “Where are you from?” O sıcak sohbetin etkisiyle, tüm tembihleri unutmuş olmalıyım ki, “Turkey,” dedim.
De-mez olsaydım.
Adam anında frene bastı. “İnin aşağıya, buraya kadar!” Hırvatça küfretmeye başladı. Biz de az çok Boşnakça biliyorduk, hele küfrü anlarız hani. Bagajdan çantalarımızı sertçe yere fırlattığını görünce, ben de başladım Türkçe küfretmeye. Ablam, “Keşke Dubrovnik’e gelmekte ısrar etmeseydim,” diye fısıldadı. Olan olmuştu. Önümüzde uzun bir yol, sıcak hava ve sırtımızda çantalarla kalakalmıştık.
O yıllar, Balkanlar’daki savaşın izlerinin henüz taze olduğu, komşu milletler arasındaki gerginliğin yüksek seyrettiği bir dönemdi. Bu atmosfer, polisin sorgulamasını ve taksicinin tepkisini ne yazık ki daha da ağırlaştırıyordu.
Taksiciler böyleyse, konaklama işi zordu diye düşündük. Oteller pahalı, otogardaki teyzelere burun kıvırmıştık, tüh.
Nihayet deniz göründü; turkuaz sular, tepeden inen kızıl kiremitli çatılarla buluşuyordu. Şehre yaklaştıkça meşhur surlar, sanki zamana meydan okurcasına bizi selamladı. Tüm gerginliğe rağmen, şehrin görkemi karşısında büyülendiğimizi itiraf etmeliyim.
Nasıl kalacak yer buluruz diye kendi kendimize dertlenirken tam o sırada, deniz kıyısına çıkıvermiştirk. Dubrovnik’in o meşhur surlarının dibinde, beyaz badanalı şirin bir evin kapısında “SOBE” (Oda) tabelası asılıydı.
“Bismillah” deyip kapıyı çaldık.
Yaşlılıktan kısalmış boyu, bembeyaz saçlarıyla sevimli bir teyze, Maria bize “Buyurun” dedi. Teyzecik sadece “No English, No English” diyordu. “İyi de nasıl anlaşacağız seninle kurban olduğum teyzem?” diye düşündük.
O ise hiç oralı değildi. El işaretleriyle anlaştık: Merdivenleri gösterdi, anahtar verdi (Odamız yukarıda), mutfağı işaret etti, kafasını şampuanlarmış gibi yaptı (Banyo burada). Tamamdı.
Dış kapıya gelince saati eline aldı, gece giriş vaktini söyledi. Sonunda parayı sormayı akıl ettik. Bir kâğıt aldı ve rakamı yazdı. Bir ohhh çektik ve kabul işareti yaptık.
Demek ki, dil bilmek çok da dert değilmiş. İçinde iyi niyet olsun, gerisi teferruat. Duvardaki danteller, sakız beyazı çarşaflar… Ev o kadar sıcaktı ki. Odaya yerleştikten on beş dakika sonra, bizi aşağıya çağırdı ve meşhur Bosna kahvesi kıvamında koyu bir Hırvat kahvesi ikram etti. Şimdi evin salonunda teyzenin kucağındaki fotoğraf albümüne bakıyorduk. Çocuklarını, torunlarını anlattı. Gençken hemşirelik yaptığını gösterdi. Parça parça da olsa, her şeyi anladık.
Bu sıcak ev sahibesi sayesinde, “Bir gün kalırız” dediğimiz Dubrovnik’te tam üç gün kaldık. Pamuk teyze Maria ile resmen kanka olmuştuk. Ayrılacağımız sabah ablam, “Git parayı sen ver. Şimdi sen bir saat vedalaşır, sarmaş dolaş olur, ağlarsın. Ben eşyaları toplayayım,” dedi.
Aşağıya indiğimde, teyzeyi hâlâ televizyonun karşısındaki koltukta uyuyor görünce, “Allah belamızı verdi abla, kadın öldü herhalde!” diye fısıldadım. Ablam kontrol edince ölmediği anlaşıldı. Masanın üzerine konuştuğumuz parayı, anahtarları ve bir kâğıda Boşnakça, Türkçe, İngilizce teşekkür notu yazarak evden ayrıldık.
Nermin’e hikâyeyi bitirdiğimde, “Şansınız yaver gitmiş, inşallah yine evinde oda vardır,” dedi. “İyi düşünelim, iyi olsun” diyerek Dubrovnik’e vardık.
Hava çok sıcaktı ve her yer turist kaynıyordu. Garip bir şekilde, “Oda var, bize gelin” diye kolumuza yapışan kimse yoktu. Kötüye işaretti bu. Yine de o teyzenin kapısını çaldık. Evde kalan bir turist, “Boş oda yok” dedi.
İyi de ne yapacaktık şimdi? Tam bakınırken, komşu evden bir teyze atladı: “Kimi arıyorsunuz siz?” Nermin, yıllar önce o evde kaldığımızı, ama şimdi yer olmadığını anlattı. Meğer bizim pamuk teyze Maria, geçen yıl vefat etmiş.
Ancak bu teyze de Maria gibi pamuk çıktı. “Durun, ocaktaki yemeğimi kapatayım, size yer bulurum,” dedi.
O önde, biz arkada, komşuların zillerini çalmaya başladık. Nafile. Hepsinin odaları doluydu. Teyze bizden çok daha fazla üzülmüştü: “Durun, ümidinizi kaybetmeyin. Sokakta kalacak değilsiniz ya. Durun, damadımı arayayım, onların evi büyük.”
Adamın peşine takıldık. O önde, biz arkada ördek yavruları gibi, tepede villalardan oluşan bir mahalleye geldik. Villa mı dedim? Düzeltiyorum: Bizi malikâneye götürdü.
Tek bir oda beklerken, karşımızda iki odalı, balkonlu, mutfaklı, banyolu, internetli; A’dan Z’ye dayalı döşeli bir daire bulduk. Hiç düşünmeden, “Tamam, tutalım burayı!” dedik.
Hırvatlar hakkındaki tüm fikirlerim, o ilk “pamuk teyze” Maria ile değişmeye başlamıştı. Bugün, bu yeni teyze ve damadı sayesinde daha iyi anladım: Her millette birkaç bozuk var, gerisi iyidir. Korkmamalı, sen iyi ol yeter.
Nereleri gezdik, neler gördük, neler yedik içtik… Bunlar artık bir sonraki yazının konusu olsun. Bu yazı, Dubrovnik’teki güzel insanlara ithafen yazıldı.
Beni sosyal medya hesaplarımdan takip ederseniz çok mutlu olurum.
Youtube : pustoodunya
instagram : pustoodunya
Balkanalr ile ilgili diğer yazılarımı okumak isterseniz linkler aşağıdadır.
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
1 Comment
çok akıcı bir anlatım olmuş sıkmadan günlük yaşananlar bukadar güzel anlatılır.Resimlerde harika inşallah bir gün bizde canlı olarak oralarda o resim karelerinde yer alırız.
GÜL